Aydınlanma Felsefesi ve Çağı ile Filozofları

18. yüzyıl batı düşüncesinin ulaştığı aşamaya “Aydınlanma Felsefesi”, bu çağa “Aydınlanma Çağı” adı verilmesi gelenek olmuştur. Rönesans ile başlayan insanın gelişmesi, aydınlanması eğilimi bu yüzyılda doruğa varmıştır. Toplumsal değerlerin zayıfladıkları ve etkilerini yitirdikleri dönemlerde insanoğlu bu tür arayışlar içerisine hep girmiştir. Bu dönemde de felsefenin gündemdeki sorunu “İnsanın var oluşunun anlamı ve evrendeki yeri” olmuştur. O halde “Aydınlanma nedir?” sorusuna: “Aydınlanma, insanın düşünme ve değerlendirmede dine, geleneklere bağlı kalmadan, kendi aklı, düşünceleri ve sağduyusuyla yaşamını aydınlatması girişimidir.” diye bir karşılık verebiliriz. Alman filozofu Kant ise bu soruyu şöyle yanıtlar; “Aydınlanma, insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulup, aklını kullanmasıdır.” Doğanın ilkeleri ve yasalarının bu çağda akılla kavranabildiğinin anlaşılması üzerine, doğayla akıl arasında bir birliktelik olduğu düşüncesi egemen olmaya başladı, on yedinci yüzyıl felsefesinin tümdengelim (dedüktiv) yöntemi artık on sekizinci yüzyıl bilimsel düşüncesinin gereksinimlerini karşılamıyordu. Ancak bu yüzyılda aklın yol göstericiliği mutlak bir bilgi edinme yolu olmaktan çıkartılıp, deney ve gözlemlerin doğrulaması gereği üzerinde de durulmaktaydı. Yine de aydınlanma felsefesinin temel özelliği laik bir dünya görüşünün tam bir bilinçle kavranmasıdır. İnsan düşüncesinin evriminde antik çağı nasıl bir doruk noktası idiyse, yine düşüncenin evrim çizgisinde aydınlanma çağı öyle bir doruğu simgeler. Antik çağın merkezi Atina, aydınlanma felsefesinin merkeziyse İngiltere olmuştur.

Aydınlanma Felsefesi ve Aydınlanma Çağı Filozofları

John Locke

John Locke, aydınlanma çağının en önemli temsilcisidir. Kronoloji (tarih sırası) bakımından 17. yüzyıla ait olması gereken bu düşünür, yazılarının yayınlanması, değerlendirilmesi ve etkileri bakımından 18. yüzyıl filozofları arasına sokulur.

1632 yılında İngiltere’de doğan Locke, yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesinde yaptı. Babası bir hukuk bilginiydi. Locke, tıp ve doğa bilimleri eğitimi gördü. Skolastiğe karşı olmakla birlikte Dekart’ın doğa bilimlerine verdiği önemi çok beğenmiştir. Bir İngiliz soylusunun hizmetinde çalışmış ve onun oğlunu, sonra da torununu yetiştirmiştir. Bu eğitim sırasında edindiği deneyimleri ve gözlemlerini o dönemde çok yankılar yaratan “Eğitim Üzerine Düşünceler” adlı kitabında toplamıştır. En önemli yapıtı “İnsan Zekâsı Üzerine Bir Deneme” isimli kitabıdır. Çalışmalarının ağırlık merkezini, insan eğitimi ve insanın toplumdaki konumu oluşturur. İnsan Zekâsı Üzerine Bir Deneme adlı kitabında, bilginin kaynağı ve sınırları araştırılır. Locke’a göre bilgilerimizin kaynağı, duyu organlarımızla gelen duyulardır. Bu açıdan bakıldığında Locke’un felsefe kuramına ampirizm adı verilir. Locke, belleğimizde, doğuştan herhangi bir fikir ve idenin varlığım kabul etmez. İnsan doğduğunda “üzerinde hiçbir yazı bulunmayan ak bir kâğıt” gibi bir belleğe sahiptir. Deneylerle belleğimizde fikirler oluşur. Dış duyumlar aracılığıyla edindiğimiz izlenimler belleğimizde birikir ve bilgilerimizin kaynağını oluşturur. Locke’un bilgi kuramı kendisinden sonra gelen maddeci ve gerçekçi filozofları çok etkilemiştir.

Berkeley

Descartes’ten sonra batı düşüncesinin idealizm (ülkücülük) ve materyalizm (maddecilik) olmak üzere iki düşünce doğrultusunda gelişme gösterdiğine işaret etmiştik. İdealist felsefenin en aşırı ucunda bulunan filozofların başında İngiliz filozofu Berkeley gelir. Nesnel dünyayı bütünüyle yadsıyan bu düşünür, maddesel varlıkların yalnızca bir aldanış, bir görünüş olduğunu savunmuştur. 1684-1753 yılları arasında yaşayan filozof, duyuların getirdiği izlenimlerin kesinlikle öznel (özneyle ilgili, özneden kaynaklanan) olduğunu ileri sürer. Berkeley, Locke’un bilgilerin kaynağı olarak duyularımızı kabul etmesini yanlış yorumlamış ve duyularımızın sağladığı duyumları tek gerçek olarak kabul etmiştir. Ona göre, nesnel dünyanın varlığı gerçek değildir. “Yalnızca duyumlarımız vardır. Bizim, nesneler olarak gördüğümüz şeyler yalnızca, duyumlarımızda vardır. Biz, onların duyumlarımızdan ötürü var olduklarını sanırız.” diyecek kadar idealizme saplanıp kalmış olan bu düşünür, biricik varlığın üs gücü olduğunu söyler.

Hume

Bacon’la başlayan İngiliz Ampirist (Deneycilik) Felsefesi, Hume’de doruğuna varacaktır. 1711 ile 1776 yılları arasında yaşayan filozof, Locke’un başlattığı İngiliz Aydınlanmacılığının son düşünürüdür. Edinburg Üniversitesinde klasik diller ve felsefe eğitimi gördü. Daha sonra Fransa’ya giderek 4 yıl kaldı. Locke’un ampirik görüşleriyle, Berkeley’in ülkücülüğünü bir senteze kavuşturan Hume, ampirist düşüncenin en son aşamasına varmıştır. Hume’ye göre bilincin içeriği ikiye ayrılır: “İzlenimler” ve “ideler”. İzlenimler, duygularımızı simgeler; ideler ise, izlenimlerden daha zayıf olan anımsama ve düş gücü aracılığıyla elde edilmiş tasarımlardır. İzlenimler, idelerin temeli üzerinde oluşur ve gelişirler. Bunlar canlı izlenimlerin solgun yansılarıdır. Tanrı idesi de böyledir. İyilik ve bilgelik gibi kavramlardan ortaya çıkmıştır. Tasarımlar birbirleriyle “çağrışım” (association) yoluyla bağlanırlar. O halde, Hume’ün bilgi kuramının kökeninde “çağrışım” ilkesi yatmaktadır. Hume çağrışımın temel yasalarını şöyle formüllendirir.

  1. Benzerlik
  2. Aykırılık
  3. Mekân ve zaman yakınlığı
  4. Neden ile etki bağıntısı

Hume’de, Berkeley gibi nesnel dünyanın varlığından kuşkudadır. O’na göre varlık, ancak algılamanın bir sonucudur. Bir inançtır varoluş, bir sanıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu